İnsanın bütün zamanına yayılan rabıta şekli ise belirli bir vakit ile sınırlandırılmamıştır. Bu tür rabıta hayatın her anına yayılır. Çünkü o, her anı Yüce Sevgili ile geçirmenin en kolay yoludur. Buna manevi ve hayali rabıta denir. Bu rabıtanın şekli çoktur: - Her iş ve ibadetten önce yapılabilir. Zira bu rabıta ile basit işler güzelleşir, kalp devamlı uyanık olur. Rabıta desteği ile yapılan amellerde ise insan, ihlasa sarılır ve hatalarını anlar. - Mürit, mürşidine ait şeyleri sevebilir. Mürşit sevgisini kuvvetlendirmek için mürit, onun ehl-i beytini, oturduğu yerleri, kendisiyle ilgili şeyleri düşünebilir, bir yandan yüreğinde ayrılık hasreti çekebilir, diğer yandan onunla buluşma özlemini duyabilir. Bu bağlılık da bir rabıtadır. - Mürit yolda yürürken, yemek yerken ve bir işe giderken mürşidine yönelerek onun ruhaniyetini kendi tarafına çekebilir. Böylece bu ruhaniyetin nurları ve tasarrufatı altındaki mürit, Allah’ın rahmetini üzerine çekmiş olur. Bu rahmet kendisine çok şey kazandırır. Mürit uyuyacağı ve uykudan uyanacağı sırada, mürşidini baş ucunda kendisine feyiz akıtır vaziyette düşünebilir. Yine bir öğrenci ve öğretmenin ders alma-verme verme anında; namaza başlarken veya bitirirken keza bir müridin yapacağı rabıta kendisine önemli kazançlar sağlayacaktır. Rabıtanın bereketi ile varılacak sonuç, kalbi Yüce Allah’a bağlamak ve onu her an uyanık tutmaktır. - Müridin, dostlarıyla veya yabancılarla sohbet ederken, evinde ailesi içinde oturup kalkarken rabıta yapması da önemlidir. Bunun en önemli faydası gaflete düşmemek, haram ve boş konuşmalardan kaçınmaktır. - Rabıtanın ihmal edilemeyeceği yerlerden birisi de velilerin hallerini inkar eden kimselerin meclisleri ve onlarla yapılan münakaşa zamanlarıdır. Bu anda yapılacak rabıta, kalbi yıkıcı fikirlerin etkisinden kurtarır, müridi hissi ve nefsi davranışlardan uzaklaştırır. - Bir başka mürşitle karşılaşma veya buluşma anında da rabıta yapılmalıdır. Bu durumda mürit, karşılaştığı büyüğe karşı edepli davranır, sevimsiz düşüncelerden kurtulur, kalp kaymasından korunur. - Mürit bir nimete kavuşunca bunun, kendi çaba ve gayretinden kaynaklanmadığını aksine mürşidinin dua ve bereketi ile elde ettiğine inanmalıdır. Bu durumda kalp nimete değil onu verene bağlanmış olur. Hakikatte bunu, mürşidi vesilesi ile kendisine verenin Allah olduğuna iman ettiğinden, Allahu Teala’ya şükreder. Mürşidine ise teşekkür eder. Burada şöyle sorular akla gelebilir: Gerçekte bütün nimetleri yaratan ve dilediği kimselere dilediği kadarını ulaştıran Allahu Teala’dır. Böyle bir anda mürşidi düşünmenin ve onu nimete vesile görmenin ne faydası var? Bu durum sebebe bağlanıp asıl vereni unutma ve ileri safhada şirke düşme tehlikesi taşımaz mı? Bilinmesi gerekli olan ise şudur: Bir nimete ulaşan kimse için asıl tehlike onu kendi nefsinden bilip, ‘ben yaptım, ben çalıştım, ben kazandım’ diyerek gaflete düşmesidir. Elbette bütün mülkü yaratmak ve nimetleri taksim etmek Yüce Allah’a aittir. Ancak Yüce Allah’ın dünya alemindeki âdeti, her şeyi bir sebeple yaratmasıdır. Bu alemin ayakta durması için en büyük sebeplerden birisi, yeryüzünde Allah’a ihlasla kulluk eden, O’nu zikreden salih müminlerin bulunmasıdır. Rasulullah (s.a.v) Efendimizin ifadesiyle: “Yeryüzünde Allah Allah diye zikredenler bulunduğu sürece kıyamet kopmayacaktır.”134 Kıyamet, dünyadaki hayatın sönmesi ve bütün hayat düzeninin bozulması demektir. Demek ki şu anda bütün insanlık, Yüce Allah’ın zikrini çeken salihlere teşekkür borçludur. Çünkü bu dünya onların yaşadığı ilâhi ahlak ve yaptıkları zikir sebebiyle ayakta durmaktadır. Eğer dünyada Yüce Allah’ın adı anılmayacak ve dini yaşanmayacaksa, dünya hayatı niye var olsun?!.. şu hadisleri de burada hatırlamalıyız: “İnsanlar, Allahu Teala’nın kulları içinden seçtiği salihlerin sebebiyle yağmura kavuşur, onların bereketiyle müminler ilahi yardıma ulaşır, halktan umumi azap kaldırılır.” 135 “Allah bu ümmete ancak aralarındaki zayıf görünümlü salihlerin duası, namazı, orucu ve ihlası sayesinde yardım eder.” 136 İmam Rabbani (k.s), Hz. Peygamber’e varis olan ve dini hayatı canlandıran irşat kutbu bir veliyi (müceddid) tanıtırken şöyle diyor: “Müceddit öyle bir kimsedir ki, ümmete gelen bütün feyiz ve maneviyat ancak onun sayesinde olur. Onun aracılığı olmadan hiç kimseye irşat, hidayet, nur ve feyiz gelmez. Bu Allah’ın takdir ve tercihi ile böyle olur. Allahu Teala irşat kutbu yaptığı zatı vesile ederek dilediklerine pek çok faydalar ulaştırır. Bazen bundan irşat kutbu olan zatın bile haberi olmaz”137 İşte rabıta yaparak kendisine kalbin bağlandığı zat böylesi bir irşat kutbudur. Zaten bu yetki ve derecede olmayan kimseye, kendisinden feyiz almak için rabıta yapılması yasaktır. İrşat kutbunun kim olduğunu o kimsenin irşadı gösterir. Onun veliliği ve peygamber varisi olduğu her halinden bellidir. Takva imamı olduğu güneş gibi ortadadır. Mürit elde ettiği her nimetin kendisine gelişi için ciddi bir sebep arayacaksa bu sebep, onun Allah’tan gafil olan nefsi değildir. Elbette her şey Yüce Allah’ın sonsuz rahmeti ve iradesiyle olmaktadır. Ancak Allahu Teala kullarına göndereceği bir nimeti sayesinde ve onların içlerinden seçtiği bir kul vasıtasıyla göndermeyi daha çok sever. Bu yüzden maddi ve manevi bir nimete kavuşunca yapılacak rabıta, kalbi eşyaya değil, Yüce Mevla’ya bağlar. Kulu şirke değil şükre götürür. Sadat-ı Kiram’dan şah-ı Hazne (k.s), müridin günlük işleri ile meşgul olurken yapacağı hayâli rabıtayı şöyle tarif eder: “Mürit sanki üstadı daima kendisiyle berabermiş gibi düşünür. Bir şey yediği, dostlarıyla konuştuğu, başkalarıyla karşılaştığı zaman onu hatırından çıkarmaz. Yatacağı ve uykudan kalktığı vakit onun baş ucunda bulunduğunu düşünür. Talebeye ders verirken, dersi bitirirken, namaza ilk kalkarken, namazı bitirirken mürşidini yanında, önünde hayal eder. Mümkün olduğu kadar bu düşünceye devam edip, nefsin sevdiği şeylere iltifat etmez.”138 Gerek ders rabıtasında gerekse manevi rabıtada olsun şu ölçü çok önemli: Kamil mürşidi düşünürken onun kulluk sıfatını unutmamak ve kendisine ait olmayan sıfatları düşünmemek gerekir. Bir sevgi haddi aşınca sevgiliye ihanet olur. Müride düşen mürşidini yüceltmek değil, ondaki yüksek sıfat ve ahlaklardan bolca elde ederek Allah katında sevilmek ve yücelmektir. İş-güç esnasında kısaca ‘mürşidimin huzurundayım’ diye düşünmek manevi rabıtadır. Yine Namaz kılarken ve Kur’an okurken namazını ve okuyuşunu karıştıracak şekilde rabıta yapmaktan sakınarak kısaca, ‘mürşidimin huzurunda Kur’an okuyorum, yanında namaz kılıyorum’ diye düşünmek güzeldir. İşte günün her anına yayılan devamlı, manevi, hayali rabıta böyledir. Bu rabıta şekli, kulun gayreti ile doğrudan alakalıdır. Gelecek manevi zuhûrat ve zevkler ise Allah vergisi (vehbî) olup, kulun müdahalesi söz konusu değildir.”139 Namazın içinde rabıta yapılmaz. Ancak namaz kılarken kalbi dağılan kişi; ‘şu anda Kabe’de namaz kılıyorum, mürşidimin arkasındayım, sağımda Cennet, solumda Cehennem var, ayaklarımın altında sırat köprüsü kurulu!..’ şeklinde bir çeşit zikir sayılacak ve kalbini toplayacak şeyleri düşünmesinin bir zararı yoktur; aksine faydası vardır. Böyle bir düşünce şirk değildir. Bir mürit şunu asla unutmamalı: Gönlünü ve gündemini mürşidi ile doldurmayan kimsenin gönlü, kendini meşgul edecek bir sevgili bulur. Ancak her sevgili onu Allah’a bağlamaz. Her sevgi saadet sebebi olamaz. Rabıta kısaca sevmekten ibarettir dedik. Sevgi, safi ve samimi olunca, sevenin her şeyine sirayet eder. Mecazi aşklarda bile durum böyledir. Hatta mal, mülk, makam gibi dünya işlerine kendini iyice kaptıran bir insanın gönlü, dili, gözü hep o şey ile meşgul olur. Sevinse onlar için sevinir, üzülse yine onlar yüzünden üzülür. Düşünse onları hayale getirir. Başka şeyler onun gönlünden ve gündeminden çıkar. Bu aşırı sevginin bir sonucudur. Bunu içine düşenler iyi bilir. Sevemeyene ne söylense boş gelir. Osmanlı devrinde yaşayan şair Ahmedî, sevgilisi için yazdığı bir gazelinde, aşkın kendisini nasıl sardığını şöyle dile getirir: Resmetmişim cemalini hayalimde güyya, Nakş-ı nigarı sâgâr-ı mercâne yazmışem. Bunun anlamı şu: “Ey sevgili! Senin güzel cemalini hayalime öyle işlemişim ki, güzel yüzünü su içtiğim cam bardağın üzerine yazmışım. Her su içişimde bardağın üzerinde seni görüyorum.” Allah dostlarındaki ilâhi nura gönlünü kaptıran aşıklar da onları bu derece hatta daha fazla sevseler, bunda garipsenecek ne vardır?!.. Günümüz insanı ömrünün çoğunun yemek içmek hasretiyle ve evim, yatım, katım derdiyle geçirmez mi? Boş ve basit hevesler kalpleri o kadar meşgul etmektedir ki, namaz gibi bir ibadette bile kalp, gönlü saran hayaller ile meşgul olur. Bu insanın rüyalarını bile bu sevgililer doldurur. Rabıtaya karşı çıkan birinin evvela, kalbini şeytanın otağı haline getiren bu sevgililerini düşünmesi gerekmez mi?!.. | |
Allah’ın katında değer ve kıymetini öğrenmek istiyorsan, hangi işle uğraştığına ve seni hangi amelde tuttuğuna bak