Perşembe, Aralık 1

Nefs Terbiyesi ve Akıl

dost olmuşuz. Oysa düşman olmalıydık. Salihlerden bazıları, mürşid-i kâmillerden nefis terbiyesi hakkında nasihat istemişler ve şu karşılığı almışlar: “... Sizden önce kendilerine kitap verilenlere ve size ‘Allah’tan korkun’ diye emrettik. ..” (Nisa, 131)

Şu halde kurtuluş, günahları silip süpürmekte, yani günahın meydana gelmesine sebep olan nefsi ıslah etmededir. Bunun yolu da takvadır. Rasulullah s.a.v. Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

“Gözler yol göstericidir, kulaklar işitici, dil tercümandır. Ellerin kanatların, ayakların seni menzile götüren bineğindir. Kalbin padişahtır. Eğer kalbin fitne ve fesada düşerse senden fitne ve fesat zuhura gelir.”

Hadis-i şerifin açıklamasından, nefsin dizginlenmesi gerektiği, nefsin azgınlığının kalbe tesir ettiği, kalbin hastalığının göze, kulağa, dile, ayağa, bütün vücuda hakim olacağı anlaşılmakta ve bundan dolayı da nefsine hakim olamayanın eline, diline, gözüne, sair azalarına hakim olamayacağı hükmü çıkmaktadır.

Nefs dinin emir ve yasaklarına karşı koyar. Allah, hidayete ulaşmak için insanlara akıl vermiş ve İslâm’ı onlara hükümran kılmıştır ki, aklı dinin ölçülerine vurmak suretiyle yanlışı doğrudan ayırsınlar, nefsleri haramdan sakındırsınlar. İmam Gazalî hazretleri şöyle buyurmuştur: “Kalb-i selim yani Allah’ın emrinde olmayanın aklı, ya ifrat ya tefrit noktasındadır.”

Neticede şu durum ortaya çıkmaktadır ki, nefs sahibini şerlere götürmeye çalışır. Akıl hakem olarak ortaya çıkar. Bu hakem ne ile hükmedecek? İslâm ile hükmedecek. Kur’an-ı Kerim’le, hadis-i şeriflerle, alimlerin içtihatlarıyla hükmedecek.

İslâm’a teslim olmayan kimsenin aklı, akl-ı maaş denilen dünya aklı, İslâm’a teslim olup ona uyanın aklı ise akl-ı maad, akl-ı hakikat, akl-ı selim ve Halik’i bilen akıldır. Eğer akıl nefsin esaretinde köle gibi kullanılıyorsa, ameller de nefsanî olur. Nefsanî olunca da vesvese gitmez, ibadetlerden lezzet alınmaz.

İnsan bir yandan üşürken bir yandan kapıyı camı açar mı? Bu durum, cenneti arzulayan bir insanın kapılarını şehvete, gazaba, nefsin arzularına açmasına benzer. Vesveseden kurtulamamaktan ve ibadetlerden lezzet almamaktan şikayet edenin hali böyledir.

Nefsini dinin edepleri ile edeplendir, haramlardan sakın. O zaman Allah kalbe nur indirir ve o kalp huzur bulur. Bu durumdaki kimseden şu güzel haller meydana gelir: Gafleti gider, günah işlemeyi bırakır, ibadetlerden lezzet alır, Allah’a muhabbeti, insanlara sevgi ve merhameti çoğalır.

İnsanı yüce hedeflerden acizlik ve gurura kapılmak gibi iki sebep uzaklaştırır. Efendimiz s.a.v. “Kişinin nefsini beğenmesi yetmiş senelik amelinin sevabını götürür.” buyurmuşlardır. Kimi insan ibadetleriyle, kimi işlerini başarıyla sonuçlandırdığı için, kimi de başkalarının yaptıklarını küçük görerek kendini beğenir. Kendini beğenmek ibadetin kendisini değil, sevabını ortadan kaldırır. Allah’ın rızasına aykırı olur.

Nitekim Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulmaktadır: “Yeryüzünde haksız yere böbürlenenleri ayetlerimden uzaklaştıracağım.” (Araf, 146). Böyle kimseler Kur’an’ı tekrar tekrar okusalar da feyz alamazlar. Kibirleri ve kendilerini beğenmeleri sebebiyle onların kalpleri ilâhi hitabı anlamaz.

Bu nefs meselesi tasavvuf terbiyesini icap ettirir. Dini yaşamak, hem zahirî eksikleri gidermek hem manevi kalp hastalıklarını tedavi etmekle mümkün olduğundan, bu hastalıkların tedavisi de ancak tasavvuf terbiyesiyle olabileceğinden, kâmil bir mürşit bulup onun denetiminde kalbi temizleyip nefsi terbiye etmek gerekir.

Mehmet ILDIRAR